Adayarısında üç tip insan grubu mücadele kaslarımızı zayıflatmaktadır. Birinci
gruptakiler, “seçim olacak, bir aday seçilecek ve onun seçilmesiyle ertesi gün her
şey düzelecek”, “bir anlaşma olacak ve ertesi gün her şey düzelecek”, “bir parti
iktidardan gidecek ve ertesi gün her şey düzelecek” mantığında olanlardır. İkinci
grup “seçimler hiçbir şeyi düzeltmez, kim seçilirse seçilsin değişen hiçbir şey
olmaz, Kıbrıslıların seçimleriyle gelen partiler ve liderler çözüm olması için
çalışamaz” inancını dağ taş, deniz kum yayma vazifesindedir. Üçüncü grup ise
nefret, grupların birbirine kırdırılması, ideolojik ayrılıkları düşünsel ve pratiksel
farklar olarak yaşamak yerine, korkunun, öfkenin, kamplaşmanın, yıkımın bir
aracı olarak kullanarak sistemden beslenenlerdir.
İkinci ve üçüncü gruptakiler, yani “hiçbir şey değişmezciler” ve bunun sebebini
hep “ötekinde” arayanlar, aslında bir dönem birinci grubun, “yani bir sabah
kalkacağız ve her şey düzelecekciler”in içindeydi. Bu hepcilik ve hiççilik aslında
umudu kolayca tüketebilen, bir öcü üzerinden siyaseti okumaya başlayan ve
biraz da şımarık bir edayla “ben denedim olmadı, bir daha da denemek
istemiyorum ve ben başaramadıysam demek ki kimse başaramaz”
yaklaşımındaki gruptur ve bir günde her şeyin değişmesini istemenin bir ürünü
olarak bu kadar yıkıcıdır.
Bugün seçimin bitmesinin altıncı günü. Akıncı 26 Nisan’da Cumhurbaşkanı
seçildi, seçildiğinin beşinci, yemin ettiğinin ertesi günü Özdil Nami’yi müzakereci
atadığını açıkladı. Beşinci günündeki bu kararla sosyal medyada ve basında akıl
ve mantık sınırlarını zorlayan her türlü eleştiri ortaya çıktı. “Beslediği umudu
kaybedeler” mi istersiniz, umut besleyenlerin haksız çıktığını “ispat ettiği için
kutlama yapanlar” mı istersiniz. Seçildiğinin ikinci gününde saldırıya uğrayan
Akıncı, başarılı bir diplomasi ile Türkiye basınında Türkiye’nin Kıbrıs politikasını
kritik bakış açısıyla tartışmaya açmaya vesile oldu. Kıbrıslıların kendi
ülkelerindeki aktör pozisyonunu kazanabilmeleri verilen bir mücadeledir. Bu
seçim sonucu ve Akıncı’nın duruşu da uzun bir mücadelenin başarılı bir adımıdır.
Bu gelişmeleri önemsizleştirmeye çalışarak “öcü” Türkiye okumasında Kıbrıslı
Türklerin duruş sergileyerek aktör olma mücadelesini etkin şekilde yaptığını
akıllardan silmek için bu atamanın “Türkiye’nin kararı” olduğunu hiçbir gerçek
kaynak vermeden manşet yapan gazete ve dedikodu mekanizması mı istersiniz,
Akıncı’nın “Rumlara her şeyi vereceği” iddiaları ile “Akıncı’nın barıştan geri adım
attığı” iddialarını mı istersiniz. CTP’nin müzakere sürecini “ele geçirdiği” veya
“Akıncı’nın TDP’ye etik olarak bildirmemekle haksızlık ettiğini” iddia edenler mi
istersiniz, masada Türkiye’ye “işgalci” derse sorunu çözebileceğini onun dışında
da çözemeyeceğini varsayan yaklaşımlar mı istersiniz.
Adayarısı artık alternatif yaklaşımlarla süreçleri ele almak zorundadır. Bu
yukarıda saydığım yaklaşımlarla Kıbrıs meselesine ve Kıbrıs’ın içindeki olaylara
bakmak DMP sürecinden beridir izlenen bir yöntemdir. Ve görüldüğü gibi de
hiçbir değişim getirmemektedir. Sadece vızıldamayıp “neyi beğenmediğini”
söylemenin ötesinde içinde bulunduğumuz durumdan “nasıl çıkacağımızı”
hayata geçirilebilir önerilerle tartışmak zorundayız. Bunu yapabilmek için de
çoklu aktörlü bir adada, analizleri bu çok fakrötlülük üzerinden görmeye
başlamamız gerekmektedir.
“Türkiye adada etkin bir devlettir ve etkinliği de ‘ana‐yavru’ eksenli olarak
Kıbrıslı Türklerin iradelerini yok saymak üzerinedir”. Evet doğrudur. Ama
Kıbrıs’ta tek aktör Türkiye değildir. Türkiye bölgesel bir güçtür ve meseleye taraf
olan diğer aktörlerin bir kısmının yanında da gücü daha azdır. Bu da Kıbrıs
üzerindeki her kararda Türkiye’nin tek ve en büyük yetkili ülke olmasının
mümkün olmadığını zaten göstermektedir. Kıbrıslı Türklerin, Rumların yaptığı
gibi farklı aktörleri nasıl denge politikaları için kullandıklarını analiz etmeye
başlamaları gerekecektir.
Tek sorunu Türkiye gören bir yaklaşım, Rumların aktör pozisyonunu ve çözüm
için çekincelerini de yanlış değerlendirmektedir. Bu bağlamda da “Türkiye’nin
belirleyici tek aktör ve tek sorun olduğu, adadan çıkarsa her şeyin güllük
gülistanlık olacağı” söylemi tutmuş başarılı bir Rum söylemidir. Ama burada
Rumların “eşitlik temeline” nasıl baktıkları, bizdeki sağın izdüşümü Rum sağının
Kıbrıslı Türklere bakışı, daha tarihsel söylemlerinde 1974’ten önce de Kıbrıslı
Türklerin var olduğu gerçeği ile barışmamış önemli bir kesimlerinin olduğu,
bizdeki gibi orda da yükselen ırkçılığın endişe verici boyutlarda olduğu pek
irdelenmemektedir. “Kıbrıslılık” temelinde politika yapmayı savunan bir grubun
bunu “ulaşılması gereken bir hedef” yerine “var olan gerçeklik” olarak sunmaya
kalkması analizlerin kısır kalmasının en büyük sebeplerindendir. Kıbrıslılık,
üzerinde çalışılması, tabandan tavana uzanması gereken bir idealdir. Güzel bir
idealdir. Ancak çok çalışmakla elde edilebilecek bir idealdir. Ama bu “barışmayı”
gerektirir. Dahası “tanışmayı” gerektirir. Dahası iletişim kurma becerilerinin
arttırılmasını gerektirir. Ortaklaşmış yaşam pratikleri ile yapılandırmayı
gerektirir. Olasıdır ama bugün henüz pratikte mevcut değildir. Aynı ideali
paylaşan 50 kişinin var olması toplumsal düzeyde var olduğu yanılsaması ile
gerçekliği inkar ettirmeyi getirmemelidir. Etnik, dilsel, dinsel kimlik farklarının
olduğu, daha konuştuğunda birbirini anlamaya muktedir olmayan insanların şu
anda Kıbrıslılık ortak temeline sahip olduğu çıktısından hareket etmek yerine,
buna sahip olmak için uzlaşmak ve çalışmak gerektiğini bilerek beklentileri
geliştirmek zorundayız. Hangi barış çalışmaları okuluna gitseniz, size kimliklerle
ilgili ilk söyleyecekleri şey, varsaymakla ya da tek taraflı veya geniş toplum
kesimlerine yayılmadan kimlik birliğinden söz edemeyeceğiniz ve bunun ancak
sistemli ve zorlu bir algı değişimi ile mümkün olacağıdır. Dahası, kimliksel
farklılıkların kolayca deşilememesi, birbirine düşülecek farklılıklar olarak ele
alınmaması için bu farkların üzerlerini örtmek yerine bunların varlığını kabul
ederek ve temsil edilebilmeleri için anlaşmaları bir zemin olarak kullanmak
gerektiğidir. Bizler içinde bulunduğumuz aşamada sadece Kıbrıslılar değiliz,
Kıbrıslı Türkler ve Rumlarız. Bunu söylemek ve tanımlamak da barışmayı ve
Kıbrıslılık temelinde adımlar atmayı mümkün kılabilecek tek şeydir.
Farklılıklarımızın tanınması ile ancak ortak kimliğimizle tanımlanmaya
başlayabileceğiz. Yani aslında tarihsel olarak savaşmış toplumlarda “biz aslında
kardeşiz, şu veya bu aktör geldi ve bozdu, onlar olmasa her şey tamam olacak”
söylemi en tehlikeli söylemlerden bir tanesidir. Barış çalışmalarında bizi en çok
ilgilendiren şey birilerinin aramızı bozmuş olması değil, bu birilerinin aramızı
“neden ve nasıl” bozabildiğidir. Çatışma ve kırılma noktasına gitmeyi, birbirimizi
öldürmeyi neden seçtiğimizdir asıl soru. Bu da arayı bozan aktörlerin ötesinde
kendi ilişkilerimize bakabilmeyi gerekli kılar.
Bunu geliştirmediğiniz noktada, Rumların idealize edilip hepsinin Türkiye’nin
adadan ayrılması ile barışı kucaklayacaklarını düşünmek barışa değil, gün
geldiğinde, seçim sonuçlarında yaşanılana benzeyen bir hayal kırıklığını
gündeme oturtacaktır. Daha tabanda Kıbrıslılık pratiğini yaşama geçirme
mücadelesine bile geniş katmanlarda başlayamamış bu iki halkın liderlerinin
sadece Kıbırslılık temelinden müzakere etmelerini beklemek kısır, hüsrana giden
bir sondan başka bir yere gitmeyecektir.
Talat’ın bugün “Türkiye’nin dümen suyuna girerek barışı yapamadığını” iddia
edenleri hayretle izlerken fark ettiğim şey, aslında bu analizleri eksik bırakmanın
sonucunda bu saptamaları yaptıklarıdır. Talat’ın barışı istemiş olması ve
yapamamış olması tekli analizlerin ürünü olan “öcü Türkiye ve onun kuklası
hükümetler” kavramları ile açıklanamayacağı için “barış için gerekenleri
yapmadığı” söylemini çıkarmıştır. Bizde anlaşma yapmak isteyenler “istenen her
şeyi verelim ve imzalayalım” mantığında eleştiri yapmaktadırlar. Halbuki
İngilizcede çok yaygın bir söz: “canavara süt verirsen, ardından kurabiyeyi
isteyecektir” demektedir. Rumlar da “yeter ki anlaşma olsun” mantığında her
şeyi vermeye açık olduğunu ortaya döken Talat müzakere taktiğinde anlaşmasız
alabileceği her şeyi almaya çalışmıştır. Şimdi sağcılar heyecanlanıp bunu “aha
kaka Rumlar böyledir” diye okumaya kalkacakları için, sol hep savunmada
kalarak, Rumları da çoklu yollarla analiz etmemekte, onun yerine idealdeki
Kıbrıslılık temelinden okumaktadırlar. Halbuki Rumlar ne sağcıların söylediği
gibi “kakadır” ve de solcuların kendilerini inandırmaya çalıştıkları kadar “barış
havarisi”.
Müzakere politikadır. Her şeyi vermeye kalkan da hiçbir şey vermeyen de
kaybeder. Tek bir tarafı tek sorun görmek de, adil ve kalıcı bir çözümü
bulabilmek konusunda etkin politika üretmenin önüne geçer.
Kıbrıslı Türklerin Türkiye’yi ekarte ederek barışa gideceğini hayal edenler kırk
yıl daha “işgal var işgal” diye bağırmaktan öteye gitmeyecektir. KKTC’nin meşru
olmadığını savunan aynı kişilerin “seçime gitmezsek sistem meşruluğunu
kaybeder” demesi ne kadar istikrarlıysa, garantörlük hakkını bırakıp
bırakmamak kendisine uluslararası sistem tarafından tanınan Türkiye’nin
“işgalci” denilerek yollatılabileceğini düşünmek de o kadar naif bir öneri olarak
karşımızda durmaktadır. “İşgalci çıksın” üzerinden barışa gitmeye çalışanlar,
sadece “Türkiye işgalci değildir” anti tezi ile karşı duranları oluşturmakta ve bizi
kazananın ve kaybedenin olmadığı bir çıkmaza sokmaktadır (stalemate). Bu
sefer de soru, saçma sapan bir şekilde işgal var diyenlerle işgal yok diyenler
arasında “kim daha çok Kıbrıslıdır” tartışmalarını doğurmakta, içerideki uzlaşma
ve çözümü ortak olarak bulma şansımızı azaltmaktadır. Dahası, Kıbrıslı Türklerin
içinde bu tartışmalar başladığı anda mesele “maaşlar nasıl ödenecek” sorusuna
gelmekte, bu sefer konu bir “güvenlik” meselesine dönüşmekte, içselleşmiş bir
çekingenlik ve geri durmayı toplumsal katmanlara sürekli olarak aşılamaktadır.
Karşı durulması için ortaya atılır gibi görünen bu söylem, halkı pasifleştirmekten
öteye gitmemektedir.
Barış isteyen ve barış istediğini ortaya koyan Cumhurbaşkanı Akıncı’nın kendi
başına birşey başarması mümkün değildir. Liderler toplumları kadar
ilerleyebilir. Kuzeyin içinde ve Rumlarla barışı sağlamasına yardım etmediğimiz
müddetçe bu liderin etkili olmasını beklememiz mümkün olmayacaktır.
Bu bağlamda konuşulmayan konuları konuşma vaktidir: TDP milletvekili
Çakıcı’nın “TDP’ye hiç danışmadı, gazeteden öğrenmemeliydik, TDP’de de bu işi
yapabilecekler vardı” açıklaması talihsiz ve halkın istediği taleplerle uyuşmayan
bir açıklamadır. Umarım bu söylem TDP’ye hakim söylem olmaz. Akıncı “tarafsız”
bir cumhurbaşkanlığı sözü verdi. Seçim dönemlerinde bunu alkışlamak,
sonrasında da “bizim partiden olsun” talebinde bulunmak toplumun arzu ettiği
temiz ve tarafsız yaklaşımla bağdaşmamaktadır. İkincisi Özdil Nami isminde
sembolleşen pratik aslında halkın soldan talebiydi. Liderini Akıncı gören toplum
solun birlikte barışı araması gerektiğine vurgu yapan bir sandık sonucu ortaya
çıkarmıştır. Gün, bir anlaşmayı halka sunmaya geldiğinde, bu anlaşma “tek bir
grubun” pişirip önümüze sunduğu bir anlaşma olmamalıdır. Öyle olursa, başarı
şans düşecektir. Bu bağlamda “neden Özdil Nami” demek yerine, müzakere
takımının da adil, kalıcı bir barışa katkı koymak isteyen karma bir gruptan
oluşmasını talep etmeliyiz.
Geçtiğimiz dönem Derviş Eroğlu’nu ekarte ederek göreve getirilen Özersay’ın
kendi konumundan çok daha etkili bir pozisyon tutarak, liderin yok sayıldığı ve
müzakerecinin söz sahibi olduğu bir yaklaşımla müzakereci yapılması, Kıbrıslı
Türklerin seçilmiş liderleri yerine Türkiye’nin “uygun” gördüğü müzakerecinin
etkin olacağı imgesini yaratmıştır. Bu, her dönem için geçerli, tek ve mutlka bir
gerçeklik olmaktan ziyade, Eroğlu’nun zafiyetlerinin bir sonucuydu. Akıncı’nın
güçlü ve varlığını hissettiren bir lider olduğu, seçildiği gün karşılaştığı saldırıyı
ele alışından bellidir. Bu bağlamda, çok daha farklı ve seçilmişin etkinliğini
göreceğimiz bir müzakere süreci yaşayacağımız ortadadır. Eleştiri yapanların
kafasındaki çerçeve Özersay‐Eroğlu ikilisi olmamalıdır. Özdil Nami’nin bürokrasi
tecrübesinin pozisyonunun gerektirdiği çizgilere saygıyı sorunsuz yerine
getirmesine yardım edeceğini, Akıncı’nın da Eroğlu’ndan çok daha güçlü ve
halkın kendisine verdiği görevin ağırlığını taşıyabilecek bir lider olduğunu
düşünüyorum.
Yine Eroğlu’nun etkinsizliği ve Özersay’ın görev tanımları ötesinde rol almasına
bağlı olarak Nami’nin “kendi başına” veya “başkandan başka birileri adına”
görüşeceği algısı, seçilmiş‐atanmış arasındaki farkı iyi bilmek ve önceden karşı
durmadığımız “meşruiyet” sorularını sormamamızla alakalıdır. Akıncı’nın
seçimde atanmış ve seçilmişe yaptığı vurgunun neden önemli bir ayrım
olduğunu halk kesimlerinin şimdi daha iyi yerine koyması gerekmektedir.
Son olarak, politika bir mücadeledir. Umutlu bir mücadeledir. Umut beslersiniz,
seçersiniz ve değişim beklersiniz. Hemen her yerde politika “işgal” edilmiştir.
Kimisinde büyük sermaye grupları, kimisinde çok uluslu şirketler, kimisinde
büyük devletler politikaları yönlendirir. Kuzey Kıbrıs gibi daha bağımsızlığını
alamamış, tanınmayan, tüm potansiyelleri ile üretimde olmayan bir ülkede
değişimi getirmek uzun on yıllar gerektirebilir. Bu yılmayı “hiçbir şey değişmez,
ben toplumu alıp eve gidiyorum” demeyi gerektirmez. Bağımsızlıklar uzun
solukludur. Umutlanırsınız, umudunuzu yitirirsiniz, tekrar ayağa kalkar yeni
umut noktaları bulursunuz. Bu süreç de bir deneme sürecidir.
Oturup bekleyerek değil, sürekli neyin olmadığını ve neden olmadığını hiçbir
alternatif üretmeden tekrarlayarak değil, söylemleri ile umutsuzluk yayarak
değil, formüller üreterek, çözüm önerileri getirerek, talepte bulunarak yapmak
gerekir. Akıncı’nın Cumhurbaşkanlığı Kıbrıslı Türkler için çok önemli bir
umuttur. Ama son umut değildir. Mücadele hep devam edecektir.
Umut bitmez