İnsan yaş aldıkça daha az konuşuyor, daha az konuşmak istiyor.
Söyleyecek sözü olmadığından değil de dinleyecek ne kadar az insan olduğunu fark ettiğinden sanırım.
Yazı yazmak benim için iç sesimi kağıda dökmek anlamına geliyor.
Susmayı konuşmaya tercih ettiğim bu günlerde ise yazmakta artık bana bir zül gibi geliyor.
Eskiden bir köşe yazısı yazılır, ortalık yerinden oynardı. Taş taş üstünde kalmazdı.
Şimdi bunca tecrübeli, iyi kalemler yazıyor yazıyor, değil taş taş üstünde kalmıyor, sanki yaprak dahi kımıldamıyor.
Son günlerde hazan mevsimine uygu olarak  bizlerin de sadece birer birer yaprakları düşüyor.  
Gittikçe daha çıplak daha savunmasız bir hal alıyoruz.
Kim bilir daha kaç mevsim gerekecek, yeniden yeşermeye dallanıp budaklanmaya meyveler verecek noktaya gelmeye.
Bu arada gittikçe yalnızlaşıyoruz.
Ömrünü gerçek anlamda mesleğine adamış insanlarımızı kaybediyoruz.
Hem de onları ülkeye, topluma ve geleceğe dair derin hayal kırıklıkları ile birlikte uğurlamak zorunda kalıyoruz.  
Bir yandan hayatın bu denli içindeyken aramızdan ayrılmaları bizi teselli ediyor.
Bir yandan da bu kadar her şeyin farkında olarak gidişleri bizi üzüyor.
Derinden sarsıyor.
Kendi farkındalıklarımızı düşündükçe, onların geçmişle günü kıyaslayışlarını hayal ettikçe ne çok üzüldüklerini çok daha iyi anlıyoruz.
Elden ne gelir bilinmez ama hayat bitse bile bağlarımız her daim saklı kalır.
Bizim varlığımız onları da yaşatır…