Geçtiğimiz 10 yıl zarfında feministlerin en çok mücadele verdiği konulardan bir tanesi kadına yönelik şiddetin kültürel bir dışavurum olmadığıdır. Bu mücadelenin en önemli sebeplerinden bir tanesi “kültür” argümanının kadına yönelik şiddeti daimi kılmasıdır. “Kültürünüzde var” denilen kadınlara verilen mesaj “yapacak bir şey yok kaderinizdir”. Erkeklere verilen mesaj ise “sizin suçunuz değil kültürünüzde var” mesajıdır. Bu da şiddetin sorgulanmadan süregitmesine ön ayak olur. Kültürel olarak “bu bizde yoktur” denildiğinde de olmadığı iddia edilen kültürlerin erkeklerinin şiddetinin üstü örtülür, kadınların şiddet tecrübesi bireyselleştirilir ve yok sayılır. Şiddet ortaya çıktığında bunun sorumluluğu kadına yüklenir ya da o adam istisnai bir şekilde kötüdür-canavardır. Kadın cinayetleri politiktir dediğimizde aslında söylemeye çalıştığımız şey kadın erkek eşitliğinin olmamasının okullarda, politik arenada, ailelerde üretildiği, kadınların sistemsel olarak objeleştirildiği ve sistemsel biçimde sürekli olarak kadına karşı değişik şiddet modellerinin ortaya çıktığıdır. Şiddetin normalleşmesinin en etkin yöntemlerinden biri de belli grupların erkeklerinin kendi kadınlarına şiddet uygulamadığını sürekli olarak kendilerine ve toplumlarına telkin etmeleridir. Kadınlara karşı şiddet bizim kültürümüzde yoktur demek aslında “bizim erkeklerimiz şiddet uygulamaz”, “ben şiddet uygulamam” demektir. Bunu genellikle söyleyen erkekler de toplumun öncüleridir. Büyük çoğunlukla siyasetçiler ve sözde sivil toplumdur. Yani kim “bizim kültürümüzde kadına karşı şiddet ve kadın cinayeti yoktur” derse o aslında var olan şiddeti örtmeye çalışıyor demektir.
Buradan hareket edecek olursak kadınlar gününde öldürülmüş olan Elif Lort isimli kadının arkasından solun içinden çıkmış Akıncı’nın “bizim kültürümüzde yoktur” demesi önemli bir geri adım anıdır feminist hareket için. Üstelik de Akıncı, kendini feminist harekete yakın gösteren bir politikacıdır. Bu cinayeti, bu üslupla değerlendirirken çevresinde kendisini sarmalayan feministlere adeta, “siz sayılmazsınız, sizin davanız ve söylemleriniz beni ırgalamaz, benim peşimden gelmek zorundasınız (ben sizin babanızım ben ne dersem o olur)” demektedir. Akıncı, yanına kadın hareketinin içerisinde kadına karşı şiddetle ilgili konularda da cömertçe Avrupa fonlarından yararlanan karısını (!) da alarak, 10 yılı aşkın bir süredir yapılan feminist mücadeleyi hiçe sayarak toplumun karşısına çıkmış ve bizim kültürümüzde kadınlar öldürülmez diyebilmiştir. Üç gün önce aynı söylemi yapanlara “ırkçılarrr!” diye bağıran bazı kadınlar, Akıncı’nın propagandası içindeki, konuşmalarında yemeklerinde en öndeki feministlerdir. Fakat bu anda politik babaları (!) Akıncı’ya eleştirileri yoktur. Çevresindeki feministlerden herhangi bir baskı gelmediği için Akıncı geri adım atmayı reddedetmektedir. “Önce seçim sonra feminizm ve kadın hakkı” diyen ve Akıncı ve first lady Meral Hanım’ın çevrelerinde uçuşan feministlerin “duramayışları” ayrıca irdelenmelidir.
Ancak bu yazının konusu Akıncı'nın yanlış olduğunu çok iyi bildiği bir söylemi neden ortaya attığı, bu stratejiyi neden benimsediğidir. Kadın-erkek politikacıların çoğunluğu için kadın hakları ile ilgili meseleler maalesef çoğu zaman bir araç olarak kalmaktadır. Akıncı'nın çevresinde bu konuya hayatını vermiş gibi görünen feministler propagandasının içindeyken, kadın sığınma evi Lefkoşa belediyesine bağlı iken ve bu belediye de kendisi ile sıkı bir şekilde ilişkilendiriliyorken böyle bir söylem neden? Akıncı’nın adeta sloganlarına hodri meydan çekercesine “şiddete karşı el ele” olmak yerine “elleriniz kelepçeye” dercesine herkesi zor durumda bırakmayı tercih edecek noktada olmasının sebebi nedir? Bunu cevaplandırabilmek için tabii ki Kıbrıs meselesinin aldığı hale bakmak gereklidir. Ne de olsa Kıbrıs meselesi Cumhurbaşkanlığı makamı ile sıkı şekilde ilişkilendirilmekte, Cumhurbaşkanlığının asli görevi olarak algılamaktadır. Kıbrıs meselesinin geldiği noktaya bakmak, her politikadaki gibi toplumsal cinsiyet analizlerini içinde barındırmayı gerektirir. Madem ki feminist arkadaşlar buna sessiz duruyorlar, tarihe bir not düşmek için analizi buradan yapalım.
Akıncı'nın kadınlara karşı şiddeti kültürel düzeye indirgemesinden önceki birkaç günde ne oldu? Rum hükümeti en büyük ekonomik döngülerimizden biri olan kapıları kapattı. Rum hükümetinin görüşmelerden ve anlaşmadan uzaklaşan bu reel ve sembolik tavrı, Akıncı için sorunlu bir durum teşkil etti. Bunun sebebi elbette ki basit. Kıbrıslı Türkler izole edilmiş, tanınmayan, devletleşmesi tanınmaya bağlı tamamlanamayan bir yapı altında yaşadıkları için zorluklar yaşamaktadır. Akıncı seçildikten sonra beli bir süre, anlaşma olmadığı taktirde tanınma üzerinden ya da ekonomik olarak Kıbrıslı Türkleri üretken hale getirecek politikaları benimsemeye yönelmek gerektiğini savundu. Sonra, bir anda bu söylemlerinden hızlı bir dönüş yaptı ve anlaşma dışında başka herhangi bir planlamanın imkânsız olduğunu ve tek çarenin anlaşma olduğunu söyledi. İkinci dönem cumhurbaşkanlığı için bütün propagandasını bu yönde hazırladı ve kapıların tek yanlı Rum hükümeti tarafından kapanması ile bütün propagandası bir anda çöktü. Çünkü bütün öngörüsüz politik planlamalar gibi, Akıncı’nın da söylemleri, bir başka tarafın onayı ve isteğine bağlı olan bir politikayı tek ve asli politika yapmış olması ile, seçime çok az bir süre kala kapanan sınırların altında ezildi.
Akıncı, arabölgecilerin eylemleri arkasından kapıların açılacağını umut etti. İnsanların sınır kapılarına gitmesinin barış mücadelesinin sembolü ve dönüm noktası olacağını hayal etti, bu yönde önceden hazırlandığı çok belli olan sloganlar da servis edildi. Sanıyorum ki onun da, katılımcılarının da beklemediği şey, biber gazı altınla yerlere yıkılan ve ambulanslara taşınan Kıbrıslı Türklerin ortaya koydukları manzaraya karşı Rum eylemcilere dokunulmayarak “bizim eylemcilerimiz ve onların eylemcileri” diye acıklı bir etnik ayrıştırma yapılmasıydı. Akıncı “biber gazı değil zeytin dalı uzatın” gibi yine sosyal medyada bir zeytin dalı resmi ile paylaşılarak anlamlandırılmaya çalışılan bir laf etti ama gerçekte insanlarına biber gazı sıkılması ile ilgili hiç bir duruş sergileyemedi. Rum eylemciler ile Türk eylemcileri birbirinden ayıran Kıbrıs Cumhuriyeti polisinin yaklaşımlarını gerektiği şekilde sorgulayamadı. “Halkıma kimse biber gazı sıkamaz!” bile diyemedi. Sorgulayamadıkça, dik duramadıkça da ezildi. Akıncı belki politik hayatının erkeklik olgusuna dayandırılan en büyük ezikliğini o gün, orada yaşadı. Feministlerin “imkânsız erkeklik” dedikleri, çok küçük yaşlardan öğretilen erkeklik olgusu döndü kendisini iki kaşının arasından vurdu. Biz feministler ulaşılamayacak erkekliğe ulaşmaya çalışan erkekler yerine kendilerini alternatif şekillerde ifade edecek erkeklik modellerini teşvik ederiz, erkeklerin de feminizmden öğrenecekleri çok şey olduğunu söyleriz. Çünkü biliriz ki hâkim görüşün yarattığı erkekliğe sahip çıkan erkekler eninde sonunda kaçınılmaz olarak ezilmeyi yaşayacaktır. Akıncı, Elif Lort isimli bir kadının ölü bedeni üzerinden, toplumuna on yılı aşkın bir süredir feministlerin yaptığı bir mücadeleye tükürerek ezilmesinin acısını çıkmaya çalıştı. Kıbrıs’ın solunda, Rum politikacıların keyfini bekleme aczi içerisinde olan ezik erkeklik, ezikliğini saklamak için kendini kültürel olarak daha üstün gördükleri bir erkeklik modeli ile karşımıza çıkmaktadır. “Bizde kadın cinayeti yoktur”, başka bir kültürden bize bu geliyor derken, adını koymasa da hepimiz biliyoruz ki ezmeye çalıştığı ve kültürel olarak üstünlük sağlamaya çalıştığı erkeklik modeli Türkiye'den gelmektedir. Bu söylemle yetinmedi. Ezmeye çalıştığı grup sadece kültürel olarak başka bir ülkenin erkekleri olmadı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününde. Cumhurbaşkanlığı sosyal medya sayfasına 8 Mart ve ertesinde koydurduğu fotoğraflara bakınız. Bu fotoğraflar, Akıncı’nın nasıl bir patriyarkayı savunduğunu gözler önüne sermektedir Bir fotoğrafta, 8 Mart’ta ayaktaki kadınlar eşi Meral Akıncı da dahil olmak üzere elleri önlerine bağlı olarak durmaktadır. Akıncı da elleri havada onlara ders verir pozisyonda sahne almaktadır. İkinci fotoğraf yine ağırlıkla kadınların bir masanın çevresinde oturduğu, “hak arayan örgütler” diye temsil edilen, adsız ve tanımsız kişiler ve örgütlenmeler olarak Akıncı'nın gene onlara da masanın çevresinde ders verir şekilde kendini imgeleyişidir. Klasik bir “kadın susar, erkeği dinler” mesajının sürekli işlendiği bir mizansen vardır. “Şimdi feminist kavganın sırası değil, seçimden sonra” diyen arkadaşları duyar gibiyim, “federasyondan başka çözüm yok, gaz da yesek sonuna dek anlaşma için yalvarmak durumundayız” diyenleri de duyar gibiyim. İşin gerçeği, kendisi alternatif yaratma yetkinliğinden uzak duran, hakları için hep yarını bekleyen insanların kadınlı erkekli yeni ezilme modellerini toplumlarına tanıştıracağı gerçeğidir. Siz istediğiniz kadar köye gidip istediğiniz uzunlukta köy sohbetleri yapabilirsiniz. Siz istediğiniz kadar Avrupa Birliği fonunu alıp kadınlara “farkındalık” çalışması yaptığınızı düşünüyor olabilirsiniz. Ama kadın hareketinin içinden desteklenen bir politikacının bu meseleyi kültüre indirgemesi bütün emeği yerle bir etmektedir. Patriyarkaya teslim olan feminist hareket olmaz. Birtakım şeyler başarabilmek için “şeytanın daha iyi olanın seçelim” denmez. Bir de Akıncı'nın ezilen erkeklik duygusunu lokum gibi yutan erkeklere de bir sözümüz var. Kendinizi hangi erkeklik modelinden üstün görürseniz görün, üreten, ayakta duran, kendi haklarını başkası ile anlaşma yapmaya endekslemeyen bir toplumsal model kurgulamadığımız müddetçe hangi kültürün üstünde olduğunu düşünürseniz düşünün, kendinizi ezik hissetmeye devam edeceksiniz. Ezilmekten kurtulmak için hem kadınları hem başka kültürlerden gelen erkekleri ezmekten ve ezmeye çalışmaktan vazgeçmeniz gerekmektedir.