Acının siyasi ve kişisel ajandalara dayalı miladı vardır, dolar.
Unutulur. Ama unutmak iyi değildir. Çünkü her acı, her keder, her ölüm bir toplumun ortaya
çıkan yüzüdür de, toplumun dışa vurumudur. Ada yarısı unutmaya da unutturmaya da çok
meraklıdır. Bir o kadar da kimin “sayılacağına” karar vermeye meraklıdır. “Kimin acısı
sayılır”, “kimin acısı geçerlidir” yarışı vardır. Acı da ganimettir ada yarısında. Her ganimet gibi
başkasından sökülerek kendine yontulan, kemirilen, sonra da işe yaramaz hale geldi diye bir
köşeye atılan, yaşayana da “abartma artık” denilebilen bir şeydir acı buralarda.
“Senin evin mi büyük, benim mi?”, “senin araban mı daha pahalı, onunki mi?”, “ayda onun mu
cebine daha çok para giriyor, öbürünün mü?” yarışı gibi “senin mi acın daha büyük, onun mu?”
yarışı da vardır. Yeni de değildir bu mukayese ve yarış. Savaşta da yerinden edilmemişler içinde
yerinden edilmişlere “biz sizden daha çok çektik, az daha Rum geldi mi geliyor mu diye
beklemek daha büyük işkenceydi” diyenler de vardı seksenlerde. Acılarda ortaklaşmak,
anlayamayacağımızın yanında olmaya çalışmak, farklı açılardan empati kurarak kucaklaşmaya da
izin yok bu ganimet düzeninde.
Gazetecileriniz ve kamu üniversitenizde savaş tarihi bilmek zorunluluğu olan siyaset bilimci
profesörünüz ve başka bazı akademik kadroları tutanlar ağız birliği yapmış, “savaş mı daha
acıydı depremde kaybettiğimiz canlar mı?” yarışına girmişler. Çarpık ve kontrolsüz yapılmış,
izinleri verilmiş ve depremde yıkılmış binanın altında kalan 26sı çocuk 35 insanımızın kaybının
“savaş acılarından daha kötü olduğunu”,”savaşta böyle acı görmediğimizi” söylüyorlar size.
Savaş sadece Mağusa’da olmuş gibi bütün savaş tecrübesi önce tekilleştiriliyor sonra
ikincilleştiriliyor. Savaşın acılarını ve tecrübelerini tek bir şehir üzerinden genellemek kimleri
sessizleştiriyor, kimlerin sesini kısıyor? Siyaset bilimcinin görevi savaşı bilmek, anlamak ve
toplumuna anlamlandırarak her daim savaşa engel olmak için mücadele vermektir. Savaşı
küçümsemek, savaş acılarını mukayeseye koymak tarihten ders almamış, tarihinden
öğrenemeden aynı hatalara dönecek bir toplum demektir. Unutmak iyi değildir, yok saymak
vahimdir. Sosyal bilimcinin görevi toplumuna hayati konularda sağlıklı, ileriye götüren, kötüden
iyiye eviren yorumlar yapmaktır. Rumlar devlet siyaseti olarak “unutma!” üzerinden eğitim
politikası geliştirirken, bize sürekli neden “unutun” telkini yapıldığını irdelemek görevi siyaset
bilimciye düşer. “Unutun” telkinini içselleştirip hayata geçirmek değil, “onlar unutmazken biz
neden unutacağız, birlikte hatırlarsak ancak barışabiliriz” deme sorumluluğu siyaset
bilimcinindir.
Üzerinden zaman geçen toplumsal yaraları “sayılmaz” diye sunan siyaset bilimcilerinizin ekmek
kapısı olan kamu üniversitesinde mevcutta kadrolarını tutabilmenin, AB fonu alabilmenin
koşulu, toplumsal hafızamızı silmekten mi geçiyor yoksa? Birilerinin acısını susturarak
başkalarının acısını tariflendirmek çok ihtiyaç duyulan toplumsal dayanışmayı dinamitler.
Babasız büyüyen, bugün ellili, atmıştı yaşlarındaki insanların acısı artık “geçersiz” mi siyaset
bilimcilerimize göre? Annesinin “oğlum esir kampında nasıl, iyi mi?” diye sorduğu babamın,
gözünün içine baktığı anaya ölüsünü gördüğü oğlu için “iyi…” demesi, sonra da o anayla
yüzleştiğinde, “sen o gün biliyordun ama bana söylemedin oğlumun öldüğünü” deyişini
anlatışındaki bakış artık “yok” hükmünde bir acı mıdır? Sayılmaz mı artık? Benim bir sosyal
bilimci olarak o acıları bastırmak yerine görevim, bu unutmadığım, unutamadığım, unutmak
istemediğim hafızayı su yüzüne çıkararak iki toplumun birlikte yüzleşmesini sağlamaktır. Peki
kamu üniversitesinin akademisyenlerinin “savaşta biz bu kadar acı yaşamadık, bu kadar şehit
vermedik” ifadelerindeki amaç nedir”?
Bugün enkaz altında bıraktırılan 35 insanımız için yaşadığımız acı, kısık sesle Kıbrıslı Türk
kadınların savaş tecavüzünü konuşmanın bu toplumda kadınlar için mümkün olmadığını anlatan
teyzenin acısını ortadan kaldırdı mı? Toplu mezarlarda yok edilen insanların akrabaları,
sevdikleri, yakınları on yıllar geçtiği için artık hiçleştirilmeli, “o acı bundan az acıydı” diye
saygısızca boş mu verilmeli birilerinin siyasi ajandasına uymadığı için? Barışmak, barışa inanmak
başkalarının acılarının üzerine toprak atıp yenileri ile ikame etmek mi demek?
Bugün evlatlarını, sevdiklerini kaybeden insanlara siyasi konjonktür üç gün sonra değiştiğinde,
“bu artık eskidi, daha büyük acılar yerini aldı” dediğinizde bugünkü acı unutulacak mı?
Sayılmayacak mı 10 sene, 20 sene, 30 sene sonra? Olur mu? Dünü sayılmaz kılan, yarın bugünkü
acıları da geçersiz kılarak silmeyecek mi?
Kıbrıslı Türkler’in savaş hafızasını çalışmak yerine savaşı mukayese edilerek Kıbrıslı Türkler için
“o kadar da kötü değildi” haline getirmekten aciliyetle vaz geçilmesi gerekiyor. Kendi
toplumunuzun içine bakmadan acıları yok sayarak barışamazsınız; unutursanız o olsa olsa yeni
bir tahakküm olur, bu sefer döner “tarih bilmeyen, tarihinden ders almayan cahiller” diye yeni
nesilleri suçlarsınız. Bugün halka “cahil” diyenlerin önemli bir kısmının vazifesi, unutturmak
üzerinden bir cahiller sürüsü yaratmaksa eğer, cahillerden önce onları yaratan “eğitimlilere”,
eline kalem verilenlere bakacaksınız.
Son on yılı sahada savaş yaşamış insanların tecrübelerini dinleyerek ve yazarak geçirmiş bir
akademisyenim. Savaş normalleşmesin diye savaş çalışmaktayım. Savaş unutulacak, hafife
alınacak bir mesele değildir. Her ev enkaz altındadır savaşlarda, herkesin en az bir tanıdığı
ölüdür savaşlarda, herkes acılıdır, birçok insan yurtsuzdur, aileler bölük pörçüktür. Yeni doğanlar
kutlanmaz, ölenler yalnız gömülür savaşlarda. Şu kamu üniversitemizdeki kopukluğa bakıyorum,
savaşı mukayese malzemesi yapıp küçümseyen söylemin nasıl taşıyıcısı olabilen “bilirkişilerimiz”
olduğunu aklım sığmıyor. Kıbrıslı Türkler’in savaş hafızasını başkalarının politik amaçları
doğrultusunda silmekle görevlendirilmiş olanlara bakıyorum. Şu işe bakın diyorum, ne iş, hem
de ne iş. Oturmuşlar savaşı görmüş, bilen neslin tükenmesini bekleyip savaş mağduriyetlerimizi
de inkar edecek noktaya çekmekte son kerteye mi gelmişler diye soruyorum. Ne iş, ah hem de
ne iş-miş bu.
Savaşı yok sayanlar kaç gün sonra kaybettirilen 35 canı da sildirecekler hafızalardan? Hem de
muhtemelen bugün mukayeseye sokup savaş hafızasını sildirmeye çalışan aynı insanlar bu acıyı
da yenileri ile ikame edip, “o deprem acısı bile bunun kadar kötü değildi” telkini verecekler. Bir
yanları savaşı, bir yanları depremi süreç içinde hafızalarımızdan sildirecekler, kendilerini sahibi
gördükleri şu sistemin devamı için her ikisinin hatırlanması da sorun olacak çünkü. Elimizde
hafızasız, geçmişsiz, bugünsüz bir güruh bırakacaklar. Kendini bilmeyenin kendi hayatını tayin
etmesi de imkansızlaşacak. Daha da imkansızlaşacak.
İşte o yüzdendir ki, sıkı sarıl ada yarısı geçmişine. Hafızanı sildirtme. Bugün kaybettiğimiz 35 can
da bir gün geçmiş olacak ama onları da hafızandan silme, sildirtme. Çünkü her acı birleşerek bize
nasıl daha az acılı bir dünya kurabileceğimizi anlatacak. Acılara hiyerarşi kurulmadan, herkesin
taze ya da yıllanmış acılarına saygı ile anlayacağız birbirimizi, mağduriyetlerimizin sebeplerini ve
bu mağduriyetlere dahlimizi. İşte o zaman sarılacağız barışmaya, o zaman anlayacağız barışı
nasıl kurgulayacağımızı, o zaman bulacağız barış inşasında yerimizi. Pompalanmış, içi boş,
sonucunda da hayal kırıklığı yaratacak bir “yapabiliriz” sloganı ardına gizlenmiş yanlış
yaklaşımları yutturarak yapılan mücadele sonuç vermeyecektir. Mücadelenin en başından
acılara hiyerarşi kurmadan yapılması gerekir. Her acıya saygılı davranarak ancak dayanışabiliriz.
Geçmiş ve bugünkü her acımızı birleştirerek anlamlandırırsak ancak mücadele edebiliriz. Ada
yarısı birilerini susturma üzerinden birilerine ses verme çabalarını hep gördü. Bugün sesimizi
çıkararak kimseyi arkada bırakmadan mücadele etmeyi seçebiliriz.