Derviş Zaim’in Tavuri belgeselini seyrettikten sonra günlerce düşündüm. Benim için elbette sosyolojik bir gözlemle değerlendirilebilecek pekçok yönü olan bir belgesel. Kurguladığımız devletin ve toplumsal hayatın nasıl bir süreçten geçtiğini, yıllara yayılan tercihlerimizin, insana dair bakış açımızın nasıl şekillendiğinin anlaşılabilmesi için önemli bir belgesel. Sosyolojik olarak suç olgusu toplumların içerisinde şekillenen ve inşa edilen bir şeydir. Bu yüzden de farklı toplumlarda farklı şekillerde suç ortaya çıkabilir. İşte bu bağlamda toplumumuzda en çok bilinen, üzerine düşünülen, hakkında kitaplar yazılan suçlunun Tavuri olması kendi içinde ilginç bir meseledir. Kıbrıslı Türk toplumunu Tavuri’yi düşünmeye, irdelemeye, anlamaya iten şey, bir parça kendimizi bir parça da yanlışlarımızı yansıttığımız bir suçlu olmasıdır. Bilimcimizde vücut bulan suçunun Tavuri olması da üzerinde düşünmeye değerdir.
Derviş Zaim’in belgeselinde en çarpıcı şekilde karşımıza çıkan gerçeklik, insanları yetiştiren toplumların nasıl o yetiştirdikleri insanlara karşı görevlerini yerine getiremedikleri olgusudur. Her çocuğun yetişmesinde sadece aileler değil komşular, mahalleler, ve daha geniş şekilde içine girdikleri okullar ve en nihayetinde devlet sorumludur. Eğer aile bir çocuğa sahip çıkamıyor ise, toplumun çocuklarına sahip çıkabilmesi beklentisi toplum olabilmenin aslında tanımıdır. Belki de Tavuri’nin sürekli olarak devletin kendisine borçu olduğunu söylediği sahneleri izlememiz bize bastırmaya çalıştığımız sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır. Devlet kendi başına soyut bir kavram değildir. Bir devletin içinde yaşayan her insan içinde yaşadığı yapıyı kurgulamakta rol almaktadır. Sahip çıkamadığımız her çocukta, kendimize ait sorumlulukları tam anlamıyla yerine getiremediğimizi görmekteyiz aslında. Suça baktığımızda suçludan çok kendi sorumluluklarımızdan kaçmak için suçluları iteriz. Suçluları kendimizden soyutlayarak zihnimizde dünyanın en korkunç insanlarına döndürürüz çünkü o suçtaki payımız görmek istemeyiz. Ama ben bugün size buradan sosyolojik değerlendirmelerimi genel kuramsal yaklaşımlarla yapmayı düşünmüyorum. Daha çok bireysel olarak bana hitap eden kısımları üzerinden anlatmayı tercih edeceğim.
Derviş Zaim, Tavuri’yi çocukluğundan tanıdığı için anlatasında kendi ailesine, özellikle annesi Ruhsar hanıma bir bölüm ayırdı. Anlatılan hikayelerde bize sunulan bilgiler içerisinde ilgimizi çeken kısımlar şüphesiz ki kendi öznel pozisyonlarımızla çok alakalıdır. Beni belgeselde Ruhsar hanımın olduğu kısımlar çok düşündürdü. Herkesin kendi öznel pozisyonundan düşündüklerini paylaşmasının gerekliliğine olan inancım da bu satırları sizinle paylaşmaya beni yönlendirdi.
Ruhsar abla Derviş amcanın kızıydı, Derviş amca da Arap Ali’nin abisiydi. Derviş amca heybetli, bir odaya girdiğinde kendine baktıran, odada kendisi varken başka hiç kimseye bakamadığınız karizmatik bir kişilikti. Hayatımda onu çok fazla görmesem de zihnimde yeri ayrıcalıklı ve büyüktür. Babam Türk-Sen’e başkan olduğunda güzel bir güneşli Kıbrıs gününde elinde bastonu ile Girne Şehitler caddesindeki evimizin dört basamağını bastonu ile çıktığını hatırlıyorum. Misafir odasında oturduğu köşeye odadaki bütün gözler dikilmişti. O ise, hepimizi şöyle bir gözden geçirdikten sonra tüm dikkatini babama vermişti. Parmağını havaya kaldırıp babama “ameleye iyi bak, iyi sahip çık oğlum Önder, bundan daha önemli hiçbir şey yoktur. Bu geldiğin konumun önemini ve işçiye sorumluluğunu unutma” dediğini hatırlıyorum. Babam, Derviş amcanın sırf bunu söylemek için o gün bizim eve geldiğine inanmıştır hep. Söz ne zaman Derviş amcadan açılsa onun hep işçinin haklarının farkında olan bir adam olduğunu söylerdi. İşçinin haklarını da hiçbir zaman unutturmak istemezdi, o yüzden de sendikaya lider olunca ona gelip bu tavsiyede bulunmasına babam hiç şaşırmadığını söylerdi. Derviş amcanın nevi şahsına münhasırlığı kız çocuklara bakışında da geçerliydi. “Kız çocuğu okutmaya ne gerek var” denilen bir dönemde topluma öncülük edip kızların okuması gerektiği mesajını kendi çocuklarında hayata geçirmişti. İşte onun sayesindedir ki Ruhsal abla döneminin okumuş, yetişmiş, profesyonel hayatta yer almış öncü kadınlarındandı. Benim gözümde hiçbir zaman diğer kadınlar gibi olmamıştı. O zamanlar pek anlamasam da kendisinde gördüğüm şey güçlü bir kadın imgesiydi. Pasif değildi. Fikirleri olan, onları söylemekten çekinmeyen, bulunduğunuz ortamdaysa mutlaka sesini duyuran bir kadındı. Çok fazla duygusal bir yaklaşım sergilemezdi. Güçlü ve direngendi. O zamanki aklımla toplumun kadın imgesini içselleştirdiğimden olsa gerek, duygusal yaklaşım sergilemediği için onun duygusal bir yanı olmadığına inanırdım. Yine de onun o alternatif kadın imgesi hoşuma gider, yaklaşımlarını mizahi bir dille, bir hikayelendirme ustası olarak ortaya koyabilmesi Ruhsar ablayı gördüğümde hayatımı renklendirdi. Sonraki yıllarda memleketten ayrıldım, okumaya gittim, yetişkin hayatımın önemli bir kısmında Ruhsal ablayı görmedim. Kadınlığımın farkına vardığım yıllarda onunla çok fazla görüşemedim. O yüzden kendi bilincimle onu değerlendirme şansım bu belgesele kadar hiç olmadı. Belgeselde toplum düzeyinde nam yapmış bir suçluya bakışını Derviş Zaim’in kamerasından görebilmek beni derinden etkiledi. Kendi zamanındaki kadınlardan çok ötede eğitim almış, yetiştirilmiş bir kadın olarak aslında duygusal hassasiyetlerinin ortalıklarda salınmış olmasa da ne kadar derin olduğunu gördüm. Herkesin, hatta belki de çocukluğunu bilenlerin bile “toplumun kiri” olarak gördüğü Tavuri’yi hala nasıl bir şefkat ve ilgi ile kucaklayabildiğini görmek bana tariflendiremediğim bir duygu ve sorgulama ihtiyacı getirdi. Sosyal olanın, topluma dair olanın ne anlama geldiğini düşündürdü. Toplum içinde sahip olabileceği en iyi konumlara gelmiş, iyi evlatlar yetiştirmiş, toplumun kabul ettiği saygın hayatı yaşamış bir insan olarak pek çoğu gibi Tavuri’ye onaylamaz bir tavırla dudak büzmemiş. Tam tersine şevkati, empatisi ve Tavuri’nin çocukken sahip olmadıklarının neler olduğunu hiç unutmayan engin bir sorumluluk duygusuyla yaklaşmış. Tavuri’ye yaptıklarının sorumluluklarından kurtarmak için değil ama toplumun nerede ona kucak açmamasından dolayı bu hale geldiğini unutmak istemezcesine şefkatli bir sorumlulukla yaklaşmış. Tavrında, sanki daha çok sevgi, daha çok ilgi, sanki daha çok sahiplenme bu çocuğu da kurtarabilirdi diyen bir hal vardı. Sanki bizlere, Tavurilerin şeytana değil güzele dönmeleri için biz neyi eksik yapmış olabiliriz diye soran bir eda vardı.
Ruhsar hanımın belgeselde çocukluğunu hiç unutmadığı Tavuri’ye gösterdiği ilgiyi, toplum olarak suçluya dönüşmeden önce içimizdeki her çocuğa yönlendirmemiz gerekiyor. Sevgimiz, şefkatimiz, yargılamak yerine sahip çıkışımızla hayata kazandırabileceğimiz daha kaç çocuktan bunları esirgeyeceğiz? Ruhsar hanımın empatisiyle sarmalamadığımız için daha kaç Tavuriler çıkarmaya devam edeceğiz? Kendimize bakan toplumsal aynamızın iyi ve güzel olması için biz her gün ne yapmaktayız?