Sene 2016.
Kıbrıs’taki üniversitelerden birinin hemşirelik bölümünü kazanmıştı.
Ailesinden ilk defa ayrı kalacaktı. En çok da üzerine titrediği babasından…
Babası esnaftı. Orta karar bir işletmesi vardı.
Bir banka kartı çıkartmıştı kızına. Giderlerini oradan karşılasın diye…
Üniversiteye kaydını yaptırdı. Yurda yerleşti.
Derslere gidip gelirken, çevresini de keşfetti.
Gündüzü başka, gecesi bir başkaydı bu deniz ülkesinin.
Herkes gibiydi aslında. Bir arkadaş çevresi vardı. Farklı ülkelerden farklı arkadaşlardı üstelik.
Gece dışarı çıkmak, eğlenmek normaldi. Ailesi de biliyordu, sorun yoktu.
Dersleri de sorun değildi. Bir şekilde üstesinden geliyordu.
Üniversiteliydi ya, kendisini diğerleriyle kıyaslaması uzun sürmedi.
Akşamdan kalanlar, giyim-kuşamlarında ‘’ileri’’ rahatlığı yaşayanlar, konuşmalarında argonun sınırlarını zorlayanlar, casinolara girip çıkanlar, kendinden yaşça oldukça büyüklerle arkadaşlık yapanlar, yurttan ayrılıp lüks dairelerde hatta villalarda kalmaya başlayanlar, eczanelerden yeşil reçete ile çıkması gereken ilaçları ceplerinde taşıyanlar, ülkesinde giyecek don bulamazken burada üstü açık BMW ile gezen siyahiler, evlerinde ‘’madde partileri’’ düzenleyenler…
Hepsi de üniversiteli idi bunların…
Kendisi gibi…
Dayanması, kendini koruması sadece bir buçuk yıl sürmüştü.
Zamanla o da farklılaştı.
Yurttan ayrıldı, iki arkadaşı ile eve çıktı.
Rahattı. Ne yaptığını, nerelere girip çıktığını soran yoktu.
Babasının gönderdikleri yetmez oldu. Ek arayışlar başladı.
Nasıl bulacağını biliyordu. Diğer ev arkadaşları gibi yaptı.
Casinolara müşteri bulmaya başladı. Cankıt diyorlardı onlara. Kendisi de bir cankıttı artık.
Eli para gördü.
Gelme nedenini unutmaya başladı.
Stajını, kağıt üzerinde yaptı, babasının hastalandığı yalanını uydurarak.
Hemşire olmaktan çoktan vazgeçmişti.
Artık, farklı bir hayatı vardı.
Farklı ortamlar ve farklı insanlar vardı hayatında. Gecenin karanlık rengini, kendi tabiri ile ‘’renk cümbüşüne’’ çevirmişti.
Görüştüğü bir diğer üniversiteli aracılığıyla madde ile de tanıştı.
Sonrasında…
İpin ucunu iyiden iyiye kaçırdı… (Bundan sonrasını yazmaya elim varmıyor.)
Hemşire olmak için gelmişti.
Olamadı.
Ailesinin yanına dönecekti.
Dönmedi.
Meslek edinip para kazanacak, hayatını yoluna koyacaktı.
Para kazandığı kesindi.
Ama sorguluyordu kendisini.
Meslek miydi yaptığı, hayatını yoluna koymak mıydı yaşama tarzı?
Bir üniversiteli kızın acı evrimiydi yaşadıkları.
Tıpkı yüzlercesi gibi…
Denilebilir ki, içinde okumak yokmuş.
Doğru olabilir.
Ama gelin bir de, devleti yönettiğini iddia eden Cumhurbaşkanı’ndan tutun da Belediye Başkanı’na, Muhtarı’na kadar iğneyi batıralım.
Üniversitelerimizle övündüğümüz bu ülkede, üniversitelilere nasıl bir ülke, nasıl bir üniversite, nasıl bir yaşam zemini, ne tür olanaklar hazırladığımızı sorgulayalım.
Onlara, meslek edinmeye, bilim öğrenmeye gelen misafir gençlerimiz gözüyle ne kadar bakıyoruz, bunu bir sorgulayalım!
Çoğu liseden, anasının babasının kucağından kopup da gelen, sudan çıkmış balık misali gençlerimizin asayişi konusunda, gerçek anlamda neler yapılıyor, neler yapılmıyor, gelin bir sorgulayalım!
Bir üniversiteli kızın acı evrimi aynasında, devleti ‘’devlet gibi yönetememe’’ gerçeği ile yüzleşelim!
Dr. H. İlker İpekdal
İletişim: 0542-8529899